Konu resmiKelimelerin Kökenlerine Yolculuk
Kelimelerin Kökenkerine Yolculuk

سوكيلي دوستلر، مودرن انسان، كندي ايچ عالمنده  حس ايتدكلريني، تام معناسيله ، نقصانسز، صاغلقلي بر شكلده  طيشه  ياڭسيتاجق كلمه  بولمقده  زورلانييور. كلمه  خزينه سي طار و يترسز اولنجه  قيصيتلي كلمه لرله  يوغون آڭلاملري افاده  ايتمكده  مشكلات ياشييور. نتيجه ده ، چوغي زمان ياڭليش آڭلاشيلاجق بيانلرده  بولونوب كنديني افاده  ايده مييور. بو سببله  بزلر كلمه  خزينه مزي آرتدروب، قوللانديغمز ديلڭ توم أوزللكلريني، اينجه لكلريني أوگرنمه يه  چاليشدقجه  لسانڭ كوزللكلري حياتمزي ده  اتكيله يوب كوزللشديره جكدر. بو حال، كلمه لرڭ كوكنلريني طانييوب ديلي داها بيلينچلي قوللانمه يه ، لسانمزڭ اينجه لكلريني ذوق ايتمه يه  وسيله  اولاجقدر. بو آيكي ايلك كلمه مز ”شهيد“ Sevgili dostlar, modern insan, kendi iç âleminde hissettiklerini, tam manasıyla, noksansız, sağlıklı bir şekilde dışa yansıtacak kelime bulmakta zorlanıyor. Kelime hazinesi dar ve yetersiz olunca kısıtlı kelimelerle yoğun anlamları ifade etmekte müşkilat yaşıyor. Neticede, çoğu zaman yanlış anlaşılacak beyanlarda bulunup kendini ifade edemiyor. Bu sebeble bizler kelime hazinemizi arttırıp, kullandığımız dilin tüm özelliklerini, inceliklerini öğrenmeye çalıştıkça lisanın güzellikleri hayatımızı da etkileyip güzelleştirecektir. Bu hal, kelimelerin kökenlerini tanıyıp dili daha bilinçli kullanmaya, lisanımızın inceliklerini zevk etmeye vesile olacaktır. Bu ayki ilk kelimemiz “şehîd” ŞEHÎD: Bu kelime Kur’an kökenli “şehâdet” kelimesinden türemiş bir kelimedir. Çoğulu “şühedâ”dır. “Allah yolunda ve din uğrunda savaşırken vefat eden kimseye denilir.” Başka sebeplerle ölmüş olan “manevi şehîd” mertebesinde şehîdler de vardır. Bir hadiseyi gören, bir olaya şehâdet eden, şâhid olan, şâhidlik eden kimse anlamındadır. Şehîdlere bu ismin verilmesinin sebebi, ölümü sırasında meleklerin hazır bulunması ve şehîdin manevi alemleri, cenneti görmesi veyahut şehîdin ruhunun doğrudan doğruya Allahın nimetlerine, mükafatlarına şâhid olması sebebiyledir. Tarihimizde şehidlerimiz çoktur ama tüm şehidlerimizin piri, seyyidi, efendisi Hz. Hamza (ra)’dır. Mehmed Akif’in Çanakkale şehidlerimiz için söylediği şu ifadeler ne kadar manidardır: “Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,  Sana âğûşunu (kucağını) açmış duruyor Peygamber.” GÂZİ: Bu kelime Arapça gazâ kelimesinden türetilmiştir. İslâm dini için vatan ve mukaddesat uğruna canıyla, malıyla cihad etmeye, savaşmaya, “gazâ” denilir. Bu hayırlı işte bulunan kimseye de “gâzi” denilir. Osmanlı tarihinde “gazânız mübarek olsun” ifadesi harb öncesinde söylenen çok kıymetli bir duadır. Gâziler gazâdan şehid olamadan dönen kimselerdir. Zaten eskiler “Şehid olmayı göze alamayan, gâzi de olamaz.” düşüncesiyle sefere çıkmışlar ve şehidliği önceleyerek “ölürsem şehidim, kalırsam gâzi” diyerek harb etmişlerdir. İLİM: Bu kök “ayın, lam, mim” harflerinden oluşur. Bu kök harflere, ilave harflerle onlarca kelime türetilebilir. İlim, “hakikati bilme, idrak etme, anlama ve tanıma” manasına gelmektedir. Bu kökten türetilen diğer kelimeler de bu mana ile alakalı olurlar. ÂLİM: İlim öğreten kişiye, ilim sâhibi, bilgi sahibi olan kimseye bu isim verilir. MALÛM: Herkes tarafından bilinen, öğrenilmiş olan şeye de “malum” denir. Malumun zıddı meçhuldür. MALÛMÂT: Herkesçe bilinen bilgi ise “malumat”dır. Bilgi sâhibi, çok şey bilen, bilgili kişiye dilimizde “malumatlı” denildiği malumunuzdur. ULÛM: ilim kelimesinin çoğuludur. “İlimler” manasındadır. İlim çeşitleri olarak bazıları şunlardır: “Ulûm-ı akliye” matematik, tıp, felsefe gibi akli ilimlerdir. “ulûm-ı nakliye” ise hadis, tefsir, fıkıh gibi ve mukaddes kitaplardan nakil olunan ve rivayet üzerine kurulmuş olan ilimlerdir. Ayrıca şöyle bir sınıflandırma da vardır. Ulûm-ı âliye, “yüce ilimler” manasında kullanılırdı. Bu ilimler Kur’an, hadis ve fıkıh ilimleriydi. Ulûm-ı âliyye yani “âlet ilimleri” ise yüce ilimlerin öğrenilmesine yardımcı olan sarf, nahiv, kelâm, mantık, hendese, felsefe vb. ilimlere verilen isimdi. MUALLİM: İlim öğreten, ilim tâlim eden, öğretici, eğitici kimseye de “muallim” denilir. Mesleği eğitim öğretim olan bu kişiler, eğitim ve öğretim kurumlarında ders veren, bilgi öğreten öğretmenler, hocalar, müderrislerdir. Eğer bu kişiler hanım ise onlara “muallime” denilir.

Mirza Ayhan İNAK 01 Ocak
Konu resmiSüveyş Kanalı
Biliyor muydunuz?

سويش قنالي، قيزيل دڭز ايله  آق دڭزي برلشديرن ١٦٣ كم اوزونلغنده  و كنيشلگي ير ير ٧٥-١٢٥ متره  آراسنده  دگيشن بر قنالدر. قنال، اسمنى قيزيل دڭزڭ قوزينده  ير آلان سويش شهرندن آلمقده در. داها أوڭجه دن فرقلي دورلرده  قيزيل دڭز ايله  آق دڭز آراسنه  قنال آچيلديغنه  و قوللانيلديغنه  دائر قيدلرده  بيلكيلر موجود اولمقله  برلكده ، صوڭره دن قوملرڭ استيلا ايتمه سيله  بو قنالڭ قوللانيلاماز حاله  كلديگي آڭلاشيلمقده در. عثمانلي دونمنده  ايسه  سلطان ٢نجی سليمڭ ١٣ اوجاق ١٥٦٨ تاريخلي بر فرمانله  مصر بگلربگنه  آق دڭز ايله  قيزيل دڭزي بربرينه  باغلاياجق بر قنال آچمه سني امر ايتديگي كورولمكده در. بوڭا قارشين بو پروژه نڭ يوز ييللر ايچنده  كرچكلشديريلمديگي آڭلاشيلمقده در. ١٨٥٤ سنه سنده  كوروه  باشلايان مصر واليسي محمد سعيد پاشا، قنالڭ انشاسني تكراردن كوندمه  كتيره رك كشف چاليشمه لرينى باشلاتاجقدي. فرانسز مهندس فرديناند ده  لسه پس، سويش قنالي ايچون پروژه يي چيزن اسم اولدي. مصر واليسي محمد سعيد پاشا، سويش قنالنڭ انشاسي و ترن خطّنڭ سويشه  اوزاتیلمه سي ايچون استانبولدن اذن ايسته دي. بونڭ ايچون ٢٧ شباط ١٨٥٥ تاريخنده  صدر اعظم مصطفي رشيد پاشايه  بر يازي (دولت آرشيولري باشقانلغي، ١٤١/٤٢-٣) كوندردي. مصطفي رشيد پاشا، قناله  قارشيدي. اما اونڭ قارشي اولمسي قنالڭ انشاسني انكلله يه مدي. سلطان عبدالمجيددن چيقان اذنله  ٢٥ نيسان ١٨٥٩’ده  باشلايان قنالڭ انشاآتي، ١٦ قاسم ١٨٦٩’ده  تماملاندي. Süveyş Kanalı, Kızıldeniz ile Akdeniz’i birleştiren 163 km uzunluğunda ve genişliği yer yer 75-125 metre arasında değişen bir kanaldır. Kanal, ismini Kızıldeniz’in kuzeyinde yer alan Süveyş şehrinden almaktadır. Daha önceden farklı devirlerde Kızıldeniz ile Akdeniz arasına kanal açıldığına ve kullanıldığına dair kayıtlarda bilgiler mevcut olmakla birlikte, sonradan kumların istila etmesiyle bu kanalın kullanılamaz hale geldiği anlaşılmaktadır. Osmanlı döneminde ise Sultan II. Selim’in 13 Ocak 1568 tarihli bir fermanla Mısır Beylerbeyi’ne Akdeniz ile Kızıldeniz’i birbirine bağlayacak bir kanal açmasını emrettiği görülmektedir. Buna karşın bu projenin yüzyıllar içinde gerçekleştirilmediği anlaşılmaktadır. 1854 senesinde göreve başlayan Mısır Valisi Mehmed Said Paşa, kanalın inşasını tekrardan gündeme getirerek keşif çalışmalarını başlatacaktı. Fransız Mühendis Ferdinand de Lesseps, Süveyş Kanalı için projeyi çizen isim oldu. Mısır Valisi Mehmed Said Paşa, Süveyş Kanalı’nın inşası ve tren hattının Süveyş’e uzaltılması için İstanbul’dan izin istedi. Bunun için 27 Şubat 1855 tarihinde Sadrazam Mustafa Reşid Paşa’ya bir yazı (Devlet Arşivleri Başkanlığı, İ.DUİT, 141/42-3) gönderdi. Mustafa Reşid Paşa, kanala karşıydı. Ama onun karşı olması kanalın inşasını engelleyemedi. Sultan Abdülmecid’den çıkan izinle 25 Nisan 1859’da başlayan kanalın inşaatı, 16 Kasım 1869’da tamamlandı. Tarih: Hicrî 9 Cemaziyelahir 1271 (Miladî 27 Şubat 1855) (1) Bihî (2) Ma’rûz-ı çâker-i kemîneleridir ki (3)Akdemce vukû’ bulan iş’âr ve iltimâs-ı âcizâneme mebnî Mısır’dan Süveyş’e temdîd olunacak demiryolu ile Bahr-i Süveyş’den Bahr-i Sefîd’e açılacak haliç hakkında olan mütâlaât-ı âcizânemin ve buna girecek kumpanyanın ve şerâitinin istîzâhı (4)hakkında cevâben şeref-sudûr eden tahrîrât-ı sâmiye-i cenâb-ı Sadâretpenâhîleri müfâd-ı âlîsi karîn-i iz’ân-ı bendegânem olmuşdur akdemce arz ve iş’âr kılındığı vechle gerek demiryolunun Süveyş’e kadar imtidâdı ve gerek halic-i mezkûrun (5)küşâdı fevâid ve menâfi-i azîme ve teshîlât-ı muâmelât-ı umûmiyeyi mûcib olacağı mütâlaâtına ve böyle hayırlı ve menfaatli şeylerin icrâsı hakkında müsâade-i seniyye erzân ve şâyân buyurulacağı me’mûl-i kavlîsine mebnî hâlen (6)ve istikbâlen mahâzîrden sâlim olacak sûretle halic-i mezkûrun küşâdı hakkında tanzîm olunan kontratonun bir kıt’a sûreti akdemce bu tarafa gelip kendisinin derkâr olan ehliyet ve liyâkati cihetiyle uhdesine halic-i (7)mezkûr kumpanya nezâretinin ihâlesi tasmîm kılınarak geçende Dersaâdet’e azîmet eden Fransalı mösyö de Lesseps cenâblarına tevâbian takdîm kılınmış olduğundan şimdiye kadar sûret-i mezkûr mütâlaasından buna girecek (8)kumpanyanın keyfiyet ve umûmiye ve husûsiyeti ve tafsîlât-ı şerâiti bi’l-etrâf ma’lûm-ı âlî-i cenâb-ı Sadâretpenâhîleri buyurulmuş olacağı cihetle tekrâr tafsîline hâcet görülmediği ve demiryolunun Süveyş’e imtidâdı husûsunu (9)dahî bazı kumpanyalar taleb eylemekde olup bunun henüz müzâkeresi olunarak kontratosu tanzîm olunmadığından bimennihî Teâlâ izâfe-i himem-i aliyye-i asfâneleriyle irâdesi şeref-sudûrunda ânın dahî şerâit-i ma’rûzasının (10)bi’t-tanzîm manzûr-ı âlî-i Sadâretpenâhîleri buyurulmak üzere takdîmi musammem bulunduğu İnşâAllâhü Teâlâ muhât-ı ilm-i âlem-şümûl-ı kerîmâneleri buyuruldukda gerek halic-i mezkûrun küşâdı ve gerek demiryolunun zuhûr edecek kumpanyaya ihâle  (11)ve imtidâdı hakkında akdemce vâki’ olan arz ve iltimâs-ı abîdânem vechle istihsâl-i müsâade-i aliyyeye lutf ve inâyet buyurulmak bâbında ve her hâlde emr u fermân hazret-i men lehü’l-emrindir (12)Fî 9 Cemaziyelahir sene 1271 (13)Mehmed Saîd

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Ocak
Konu resmiOsmanlı’da Çocuk Terbiyesi
Belge Okumaları

İslam medeniyetinde aile, neslin, dinin ve toplumsal huzurun korunması için esas unsurlardan biri kabul edilmiştir. Ailede eşlerin birbiriyle huzur bulması, dinî, psikolojik ve sosyal hayatlarının düzene sokulması ana faydalardan olmakla birlikte, evlilikte asıl gayenin soyun devamlılığını sağlamak, hayırlı nesiller yetiştirmek olduğu bilinmektedir. Bu itibarla çocuk terbiyesi, aile kavramının işlendiği bütün eserlerde müstakil bir başlıkla anlatılmıştır. Yaratıcısıyla, diniyle, medeniyetiyle barışık güçlü nesiller yetiştirmenin önemini daha fazla idrak ettiğimiz bugünlerde, çocuk eğitimiyle ilgili referans kitaplarımıza bir kez daha başvurmanın faydalı olacağına inanıyoruz. Bu nedenle Temmuz sayımızda, bir önceki ay aile ve evlilik başlığıyla ele aldığımız Kınalızâde Ali’nin Ahlâk-ı Alâî eserindeki çocuk terbiyesi ile ilgili bölümlerden bir derleme yaptık. Metinleri ayrıca sadeleştirerek veriyoruz. Çocuk doğduğunda ister erkek ister kız olsun Allah’a şükretmeli, onu büyük bir lütuf ve hediye bilmelidir. Eğer kız doğarsa nüfusun artmasıyla fakirlik endişesi kişiyi asla huzursuz etmemelidir. Mümkündür ki beğenmediği o bebeğin başına saadet ve bereket konmuştur, onun doğuşu mutluluk, fayda ve bolluk getirecektir. Hanımını da kız doğurdun diye kınamamalıdır. Zira bu hadisede irade yoktur. İradenin olmadığı bir şeyi kötülemek cahillikten kaynaklanır. Doğan çocuğa güzel bir isim verilmelidir ki, ömrünü ismine uygun yaşasın. Kötü isim çocuk üzerinde hayatı boyunca olumsuz etki bırakabilir. Hatta nice kimseler bu sebeple isimlerini değiştirip başka isim koyarlar. Ancak eski isimden tamamen de uzaklaşamazlar. Mübarek zatlardan biri evladına şöyle demiştir: “Ben size, doğumunuzdan önce, doğduğunuz anda ve sonrasında sürekli ihsan ederim.” Nasıl olduğu sorulduğunda şöyle cevap verir: “İlk önce sizi hür ve asil bir kadından doğurdum, kötü ve alçak bir aileden sakındım ki hayatınız boyunca ayıplanmış ve yerilmiş olmayasınız. Doğumunuz esnasında size güzel isimler verdim ki ömrünüz boyunca isimlerinize üzülmeyesiniz. Doğduktan sonra da sizi güzel terbiye ve edep ile donattım ki yaşıtlarınız arasında seçkin olasınız, cahil ve ahmak olmayıp yaşarken ölmeyi istemeyesiniz.” Çocuğa doğumundan sonra iyi bir sütanne bulmalıdır ki vücudu kuvvetli, hastalık ve kusurdan uzak, aklı ve ahlakı güzel olsun. Hikmet ehli der ki: “Sütannelik ikinci doğumdur.” Sütannenin ahlakı, yaşayışı ve sütü çocuğa gıda olarak geçer, çocuk onun ahlakı ile ahlaklanır. Hikmet ehli der ki: “Bir çocuk mavi gözlü olsa, sonra siyahi bir sütanne onu emzirirse gözleri siyaha döner.” Çocuğu emziren onun dış görünüşünde etkili oluyorsa, karakterinde de fazlasıyla etkilidir demektir. Emzirme bittikten sonra çocuğu terbiye etmelidir. Bunun için yavaş yavaş güzel davranışlar ve iyi ahlak öğretmelidir. Yanlış hareketlerden çocuğu uzak tutmalı, ayıp ve utanılacak tavırlar sergilediğinde “Sakın, bu ayıp bir davranıştır, bir daha yapma.” tarzında onu uyarmalıdır. Çocukların zihin dünyaları boş olduğundan her tarafa çekilebilirler. Çoğunlukla kötü davranışlar kötü ahlakın yerleşmesine sebep olduğundan çocuk ona meyleder. Ancak uyarı ve engelleme ile anlayışları düzelir, kötü davranışlardan sakınma gücü kalbinde yerleşir. Birçok zengin aile çocuklarının akılsız olduğu ve boş bir hayat geçirdiği bilinir. Bunlar “es-sefih çelebi” yani “Akılsız Beyefendi” diye tarif edilirler. Bunun sebebi şudur: Çocukluk döneminde aşırı hürmet ve şımartmayla, sütanneleri ve öğretmenleri onları kötü bir davranıştan men etmemişler, her ne söz söyleseler ve yapsalar sürekli bu çocukları övmüşlerdir. Hikmet ehli der ki: “Çocuk terbiyesinde yaratılıştan gelen ahlaka uymalıdır.” Örneğin insandan oluşan ilk duygu utanma duygusudur. Eğer çocukta utanma duygusu baskın gelirse, diğer insanlar yanında başını edeple öne eğip edepsizlik etmezse asil bir karakteri olacağına işaret eder. Çocuğun terbiyesinde ilk dikkat edilmesi gerekenlerden biri de, ahlakı kötü çocuklardan uzak tutulmasıdır. Utanmazlık ve ahlaksızlıkla bilinen ve sürekli eğlence peşinde koşan çocuklarla yan yana getirilmemelidir ki onlar gibi olmasın. Özellikle küçük yaşlarda karakter bulaşıcıdır. Çocuğa din adabı ve peygamberlerin yaşam tarzları öğretilmeli; farz, sünnet, helal ve haram yavaş yavaş kavratılmalıdır. Allah’ın emirlerini yerine getirme hususunda devamlılık sağlamalıdır. Hadis-i şerifte buyurulmuştur ki: “Çocuklarınız yedi yaşına varınca namaz kılmayı emredin, on yaşına varınca kılmazlarsa hafifçe dövün.” Tembellikten ve umursamazlıktan sakındırılmalı, yanlarında sürekli hayırlı kimseler övülmeli, kötü kimseler yerilmelidir. Çocuk eğer yanlış bir davranış yaparsa, ilk başta açık bir şekilde yüzüne söylemeden önce o davranışı yermeli ve çocuktaki davranışı bir kasıtsız bir hata olarak görmelidir. O kötü fiili işleyen başka çocukları örnek gösterip onların uğradığı kötü akıbetleri çocuğa hatırlatmalıdır. Yani çocuk bir yanlış hareket yaptığında ona hemen “Sen şöyle yapmışsın.” dememeli ki, çocuk “Yaptığım hareketi öğrendiler, ancak büyük bir ceza da vermediler.” diyerek o kötü davranışa devam etmesin. Erkek çocukların saçlarını tarayıp onları aşırı süslü elbiselerle süslememelidir. Gerekmedikçe yüzük takmamalıdır. Onların yanında güzel yiyecek ve kıyafetleri övmemelidir ki, bunların süsün kadınlara mahsus olduğunu anlasınlar. Erkeklerin süsü elbise ve takı değil, olgunluk, fazilet ve becerikliliktir. Çocuklara sürekli güzel ve tadı hoş olan yiyecek ve içecek vermemeli, bazen kuru ekmekle yetindirmelidir. Gün gelir zaman değişir, zorluklar karşısına çıkar, o zaman üstesinden gelmesi kolay olur. Çocuğa sabah kahvaltısını çok kuvvetli yaptırmamalıdır, zira anlayışı zorlaşır, tembellik arız olur ve eğitimden geri kalır. Et, helva ve vücutta çabuk yakılan yiyecekleri çok yedirmemelidir. Ayrıca yemek yerken, özellikle meyve yerken su içirmemelidir. Çocuğa bazı hareketleri gizli yapmayı öğretmemeli ki, kötü hareketleri de gizli yapmaya alışmasın. Çocuğu gece çok uyutmamalı, gündüz hiç yatırmamalıdır. Yazın serinleten mekânlara, yelpazelere, masaja, kışın da kalın giysilere ve sıcak mekânlarda oturmaya çocuğu alıştırmamalıdır. Yaya olarak yolculuk yaptırmalı, aracın konforundan sakındırmalıdır. Çocuğu yalan söylemekten, doğru veya yanlış yemin etmekten men etmelidir. Kalabalık yerlerde az ve öz konuşup sadece sorulan soruya cevap vermeyi öğretmelidir. Sebepsiz yere aşırı gülmekten ve boş hareketlerden uzak tutmalıdır. Evladı cömertliğe alıştırmalı, kendi yaşıtlarına iyilik etmeye teşvik etmelidir. Arkadaşlarının yanında gururlanma, onlarla alay etme ve onları hor görme davranışlarından sakındırmalıdır. Birisine sadaka vermek istediğinde çocuğunun eline verip onun da elini cömertliğe alıştırmalıdır. Dünya malının övünmeye layık olmadığını anlatmalı, altın ve gümüş biriktirmeyi sevdirmemelidir. Zira altın ve gümüş sevgisi, yılan ve akrepten beterdir. Her gün çocuğun bir miktar oynamasına ve eğlenmesine izin vermeli, ancak ahlaksız ve kötü oyunlardan uzak tutmalıdır. Bâb: Der-beyân-ı âdâb-ı terbiyet-i  evlâd ü etfâl (1) Çün veled eğer püser eğer duhter vücûda gele, Hakk celle ve alâya (2) şükr ü senâ eyleye. Ve ânı mahz-ı fazl ve mevhibe-i Hakk bile. Ve eğer duhter ise ya fakr-ı kesîrü’l- (3) ıyâl ise zinhâr bî-huzûr ve müteberrim olmaya ki Allâhu teʻâlâ ânın rızkını takdîr itmişdir. (4) Mümkündür ki beğenmeyüb teberrüm itdüği  mevlûdun başında saʻâdet ve rızkında vüsʻat (5) konulmuş olub kudûmü pederine mûcib-i ikbâl ü irfâk ve sebeb-i vüsʻat-ı emvâl (6) ü erzâk ola. Ve ehline duhter vilâdet itdin deyü izhâr-ı melâlet ve melâmet eylemeye. (7) Zîrâ ihtiyârdan hālîdir. Bî-ihtiyârî levm cehlden nâşîdir. (8) Pes mevlûda ism-i hüsn vazʻ eyleyeler ki (9) zamân esmâsına muvâfık ola ki nâm-ı nâ-muvâfıkdan müddet-i ömründe müteellim olsa gerek. (10) Ve niçe kimesne ismini tağyîr idüb kendüye kendü gayrı isim vazʻ eyler. Ammâ nitekim metrûk (11) olmaz. Hikâyet: Efâdıldan birisi evlâdına dir idi ki, “Ben size vilâdetinizden evvel (12) ve vilâdetiniz zamânında ve vilâdetinizden sonra ihsân idüb dururın.” “Vilâdetden (13) evvel niçe ihsân olur?” diseler dir idi ki, “Evvelâ sizi harâir-i nisâ ve asîlât-ı (14) havâtînden tahsīl itdim ve kabâil-i deniyye ve aşâir-i hasîseden ihtirâz itdim ki müddet-i (15) hayâtınızda matʻûn-ı taʻn-ı tāʻin ve meşmûl-i levm-i lâim-i lâʻin olmayasız. Ve hîn-i vilâdetinizde (16) esâmî-i hısân ile tesmiyye eyledim ki tūl-i hayâtınızda kabîh isminiz ile müteellim olmayasız. Ve vilâdetinizden (17) sonra envâʻ-ı te’dîb ve terbiyyet ve tehzîb ve takviyyet eyledim ki mümtâz-ı akrân oldunuz. Ve (18) câhil-i gabî kalmayub zamân-ı hayâtınızda memâtınıza tālib olmadunız. Ve baʻdehû eyü dâye (19) kılına ki sahîhü’l-cism kâmilü’l-kuvâ emrâz u eskāmdan berî ve aklı sahîh ve hulku selîm ola. (20) Ve hukemâ dimişlerdir ki, “er-rıdāʻu vilâdetün sâniyetün”. Ve dâyenin ahlâk ve âdâtı südü (21) gıdâ-yı mevlûd olmağla sirâyet idüb mevlûd ânın ahlâkı ile tahalluk ider. Hukemâ (22) dirler ki, bir mevlûd kebûd-çeşm olsa dâye-i Habeşiyyeye irdâʻile siyâh çeşm olur. Pes (23) murdıʻa sûret-i zâhirde bu mertebe tağyîr ifâde idicek sıfât-ı bâtında dahi tağyîr (24) virmesi mukarrerdir. Çün rıdāʻ tamâm ola, terbiyyete meşgūl olub ale’t-tedrîc (25) efʻâl-i hasene ve ahlâk-ı radıyye telkīn idüb mesâvî efʻâlden menʻ idüb (26) ʻayb ve ʻâr olıcak efʻâle ikdâm itdikçe “Hay, sakın, aybdır, bir dahi bunu eyleme!” deyüb (27) takrîʻ ve taʻnîf ideler. Etfâlin levh-i idrâkleri sâde olmağla her cânibe kābildir. (28) Ekseriyâ rezâil-i efʻâl muktezā-yı tabʻ-ı behîmî olmağla âna mâildir. Lâkin zecr ü menʻ ve tenbîh (29) ü tevbîh olıcak levh sâde olmağla imtinâʻ ve ihtirâz dahi kalbinde temkîn ider. (30) Ve ekser ekâbirzâdelerdeki sefeh ve kıllet-i akıl [ve] maʻâş şâyiʻ ve fâşdır. Baʻzı ehl-i bezl (31) anları “es-sefîh çelebi” deyü taʻrîf eylemişdir. Hemânâ zamân-ı sabâda katı iʻzâz ve riʻâyet (32) sebebi ile dâyeleri ve mürebbîleri aslâ bir fiʻlden zecr ve tevbîh itmeyüb her ne dirse (33) âferîn diyüb her ne işlerse tahsîn itdikleri ecildendir. Ve hukemâ dirler ki, terbiyyet-i (34) etfâlde fiʻl-i tabîʻate iktidâ itmek gerek. Yaʻnî her kuvvet ki evvel hâdis olur, (35) kuvvet-i hayâdır. Eğer sabîde hayâ gālib olub ekser evkāt âdem yanında başın (36) aşağa idüb vakāhat yaʻnî bî-edeblik itmezse necâbetine ve hâsıl olacağına delîldir. (37) Pes te’dîbine ikdâm ve tehzîbine ihtimâm itmek gerek. Ve evvel-i te’dîb oldur ki, rezâil ile (38) mevsūf ve ezdād ile muhālatasından menʻ oluna. Ve sefeh ve fuhş ile mevsûm ve luʻb (39) u lehve katı meşgūl sıbyân ve gılmân ile mücâleset ve musāhabet itdirilmeye ki henüz sâde (40) olmağla anların ahlâk ve etvârıyla tahalluk eylemeye ki tabîʻat sârıkdır. Husūsen ki zamân-ı (41) sabâ ve mevsim-i suğrâda ola. Pes âdâb-ı dîn ve sünen-i şerâyiʻ-i mürselîn taʻlîm ü telkīn (42) ideler. Ve farz ve sünnet ve hill ü hürmet nedir, yap yap taʻlîm ü tefhîm ideler. (43) Ve ferâiz ü vâcibâta muvâzabet ve müdâvemet itdüreler. Nitekim hadîs-i şerîfde (44) vârid olmuşdur ki; “Etfâliniz yedi yaşına vardıkda namâz kılmak emr idin, on yaşına varıcak (45) kılmazlarise darb idin.” Ve tekâsül ve tehâvünü huy itmekden gāyet sakınalar ve dâimâ (46) yanında ahyâr ve sulehâyı medh ve eşrâr ve eşkıyâyı zemm ve kadh ideler ki şürûrdan (47) hârib ve hayrâta râgıb ola. Eğer bir emr-i kabîhe ikdâm iderse evvelâ serzeniş-i sarîh (48) itmeyüb mezemmetle tahvîf idüb ânı sehve haml ideler. Ya işidilmemiş anladub (49) âhar sabîyi mesel idüb ol bu fiʻli itmiş şu makūle ikāb olmuş diye. Ve’l-hâsıl (50) îcâb itmeyince kendüye “Sen şöyle itmişsin.” dimeye ki, “Maʻlûm oldu, bana küllî ikāb (51) olmadı.” deyü muʻâvedeye ikdâm itmeye. Ve saçların tarayub âşikâre koyub ve kendüyi (52) melâbis-i fâhire ile tezyîn eylemeyeler. Ve hâcet olmayınca hātem takmayalar. Ve dâimâ yanında meâkil-i (53) hasene ve melâbis-i müzeyyeneyi tahkīr ideler. Ve zihninde takarrür ideler ki, zîb ü zînet (54) hātûnlara münâsibdir. Erlerin zîb ü zîneti hallâ ve hulel ile değildir. Belki hüner ü kemâl ve fadl (55) ü efdāl iledir. (56) Ve zamân-ı sabâda dâimâ (57) nefâis-i etʻıme ve lezâiz-i eşribe virmeyüb kâh kâh nân-ı huşk ile iktifâ itmek gerek ki (58) zamânla etvâr-ı zamân ve esfâr-ı zemîn ve mekân itmekdir. Ve ol makūle ihtiyâc oldukda (59) ânınla dahi iktifâ itmeğe kādir olur. (60) Ve etfâle sabâh gıdâsın çok virmeyeler ki zihnine (61) belâdet ve tabʻına kesl virüb taʻallümden mâniʻ olmaya. Ve et ve helvâ ve serîʻü’l-istihâle (62) nesneleri çok virmeyeler. Ve taʻâm yerken husûsen meyve yerken su içürmeyeler. (63) Ve baʻzı umûru ihfâ itmeğe muʻtâd itmeyeler ki ihfâ itmeğe muʻtâd olub kabâihe ikdâm (64) itmeye. Ve gice çok uyumakdan ve gündüz mutlakā uyumakdan menʻ ideler. Ve esbâb-ı (65) tenaʻʻumdan ve yazın serdâbelere gitmek ve büyük mirvahalar saldırmak ve elin ayağın (66) ovdurmak gibi ve kışın kalın kürkler ve gāyet ıssıcak yerlerde oturmak gibi (67) menʻ ideler. Ve piyâde yürümeğe ve süvâr olmağa riyâzet itdüreler. (68) Ve kizb söylemekden ve yemîn itmekden eğer sādık (69) eğer kâzib menʻ eyleyeler. Ve mecils-i ricâlde sözü az söyleyüb sordukları nesneye (70) cevâb virmeğe iktisār itdüreler. Ve dıhk-ı bisyâr-ı bî-takrîb ve harekât ve evzāʻ-ı (71) beyhûdeden menʻ ideler. (72) Ve tıflı sehāvete muʻtâd ideler. Ve akrânına birr ü ihsân (73) itmek telkīn ideler. Ve anlara tekebbür ve tecebbür ve istihzâ ve izdirâ itmekden küllî menʻ ideler. (74) Ve sadaka itmek istese ânın eline virüb sadaka itdüreler ki muʻtâd u bezl ola. Ve mâl-ı (75) dünyâyı gözüne hakīr göstereler ve sîm ü zer muhabbetinden ve saklamasından tenfîr ideler ki (76) muhabbet-i sîm ü zer hayyât u akāribden bedterdir. (77) Ve her gün bir mikdâr utlet zamânında luʻb u bâzîye ruhsat (78) vireler. Ammâ fuhş ve kabâihe müştemil bâzî olmaya. Kelimeler Âhar: Başka, diğerAhlâk-ı radıyye: Razı olunan güzel ahlakAhyâr: Hayırlı insanlarAkārib: AkreplerAle’t-tedrîc: Aşama aşamaʻÂr: Utanma duygusuAsîlât-ı havâtîn: Soylu kadınlarAşâir-i hasîse: Kötü huylu ailelerBaʻdehû: Ondan sonraBâzî: Oyun, eğlenceBed: KötüBedter: Kötü, fenaBelâdet: AhmaklıkBerî: Kurtulmuş, temizBezl: Bol bol vermekBî-ihtiyârî: İstemeden, irade haricindeBirr: İyilikBî-takrîb: Bahanesiz, sebepsizCânib: TarafDâye: SütanneDıhk-ı bisyâr: Fazla gülmeDuhter: KızDururın: Dururum (Türkçe fiil)Ecil: SebepEfâdıl: FaziletlilerEfʻâl-i hasen: Güzel davranışlarEhl-i bezl: Bol bol harcayan kimselerEkâbirzâde: Seçkin kimselerin oğullarıEmrâz: HastalıklarEmvâl: MallarErbâb: Bir işin ehli olanlar, sahiplerEsâmî-i hısân: Güzel isimlerEsfâr-ı zemîn: Yeryüzünde gezmek, yolculuk etmekEskām: HastalıklarEşrâr: Şerli kimselerEtvâr: TavırlarEvzāʻ-ı beyhude: Boş hareketlerEzdād: Birbirine zıt olanlarFakr-ı kesîrü’l-ıyâl: Kalabalık ailenin fakirliğiFâş: Meydana vurmak, açığa çıkarmakGabî: AhmakGılmân: Genç delikanlılarHâdis: Meydana gelenHallâ: SüslerHarâir-i nisâ: Hür kadınlarHârib: YıkanHātem: YüzükHayyât: YılanlarHemânâ: Tamamen, aynenHıfz: KorumakHill: HelalHîn: Zaman, anHukemâ: Hikmet sahibi kimselerHulel: ElbiselerHulk: AhlakHüsn: GüzellikHüsn-i hulk: Ahlak güzelliğiHüsn-i maʻâş: İyi geçimlilikIssıcak: Sıcakİhfâ: Gizlemekİhtirâz: Sakınmakİkāb: Şiddetli cezaİkbâl: Baht açıklığıİkdâm: Gayret etmekİktidâ: Uymakİktisār: Kısaltmakİrdâʻ: Süt emzirmekİrfâk: Fayda vermek, işe yaramakİrtikâb: Kötü bir şey yapmakİstihzâ: Alay etmekİʻzâz: Hürmet etmek, ağırlamakİzdirâ: Tahkir etme, hor görmeİzhâr: Göstermek, açığa vurmakKabâih: Çirkin işlerKabâil-i deniyye: Kötü ailelerKabîh(e): Çirkin davranış, kötüKābil: Yatkın, kabiliyetliKadh: ÇekiştirmeKâh kâh: Zaman zamanKâmilü’l-kuvâ: Duyguları tam olan, kuvvetliKâzib: YalancıKebûd-çeşm: Mavi gözlüKesl: TembellikKıllet-i akıl: Az akıllılıkKizb: YalanKudûm: Gelmek, ayak basmakKuvvet-i hayâ: Utanma duygusuLehv: Oyun, eğlenceLevh: Hafıza, zihinLevh-i idrâk: Anlama gücüLevm: Çekiştirmek, yermekLezâiz-i eşribe: Lezzetli şerbetlerLuʻb: Oyun, eğlenceMaʻâş: YaşayışMahz-ı fazl: Tamamen faziletMakūle: Tür, çeşitMatʻûn-ı taʻn-ı tāʻin: Belalı bir bela ile ayıplanmışMeâkil-i hasene: Güzel yiyeceklerMelâbis-i fâhire: Güzel elbiselerMelâlet: Bıkma, usançMelâmet: Rezillik, kınanmışlıkMemât: ÖlümMesâvî: Kötü haller, fenalıklarMeşmûl-i levm-i lâim-i lâʻin: Lanetli bir şekilde yerilmişMetrûk: Terk edilmişMevhibe: HediyeMevlûd: Doğan çocukMevsūf: VasıflandırılmışMezemmet: Ayıplama, yermeMirvaha: YelpazeMuʻâvede: Adet edinmeMuhālata: KarışımMukarrer: KesinMuktezā: GerekliMurdıʻa: Çocuk emziren kadınMusāhabet: Sohbetler, görüşmelerMuʻtâd: Alışılmış olan, âdetMuvâzabet: Bir işe ara vermeden yapmaMücâleset: Birlikte oturmaMüdâvemet: Birlikte devam etmeMürebbî: Terbiye ediciMüştemil: İçine alanMüteberrim: Istırap çekenMüteellim: Elem çekenMüzeyyen(e): SüslüNâm-ı nâ-muvâfık: Uygunsuz isimNân-ı huşk: Kuru ekmekNâşî: ...den dolayıNecâbet: Soy temizliğiNefâis-i etʻıme: Nefis yiyeceklerPes: ArtıkPiyâde: YayaPüser: Erkek evlatRâgıb: İstekli, düşkünRezâil: RezilliklerRıdāʻ: Süt emmeSabâ: Delikanlılık, çocuklukSabî: ÇocukSahîhü’l-cism: Bedenin kuvvetli olmasıSârık: HırsızSarîh: AçıkSefeh: AkılsızlıkSehāvet: CömertlikSehv: YanlışSelîm: Sağlam, kusursuzSerdâbe: Sıcak havalarda oturulan serin odaSerîʻü’l-istihâle: Vücutta çabuk yakılan yiyeceklerSıbyân: ÇocuklarSıfât-ı bâtın: İç özelliklerSîm: GümüşSuğrâ: Çok küçükSulehâ: Salih kimselerSünen-i şerâyiʻ-i mürselîn: Peygamberlerin hüküm geleneğiSüvâr: AtlıŞâyiʻ: Yayılmış, duyulmuşŞürûr: ŞerlilerTaʻallüm: Ders alarak öğrenmeTabʻ: KarakterTabʻ-ı behîmî: Aşağı karakterTağyîr: DeğiştirmekTahalluk: Huy edinmeTahsīl: Elde etmekTahvîf: KorkutmakTakarrür: Yerleşme, karar kılmaTakrîʻ: AzarlamaTakviyyet: KuvvetlendirmekTaʻnîf: Şiddetle azarlamakTeberrüm: Mustarip olmakTecebbür: KibirlenmeTehâvün: Mühimsememek, aldırış etmemekTehzîb: Temizleme, fazlalığını gidermeTekâsül: Üşenmek, tembellikTekebbür: KibirlenmekTemkîn: Ölçülü hareket, ağırbaşlılıkTenaʻʻum: NimetlenmeTenfîr: Nefret ettirme, korkutmaTerbiyyet: Terbiye etmeTesmiyye: İsimlendirmeTevbîh: AzarlamaTıfl: ÇocukTūl: UzunUmûr: İşlerUtlet: Boş olmakVakāhat: UtanmazlıkVazʻ: KoymakVilâdet: Doğmak, dünyaya gelmekVüsʻat: GenişlikYap yap: Yavaş yavaşZecr: Zorla engel olmaZemm: KötülemeZer: AltınZîb: Zinet, süs

H. Halit ATLI 01 Ocak
Konu resmiOsmanlıca Yazabiliyorum
Osmanlıca Yazabiliyorum

Dergiyi takip edenler, yazmanın da zevkine ulaşıyorlar. Her ay ilerlediğinizi sizler de fark ediyorsunuz. Her işte olduğu gibi, bu işte de bizzat kendimizin gayret göstermesi önemli olacaktır. Aşağıdaki metni Kur’an hattı ile yazınız. Aşağıdaki kelimeler hem konuyu anlamaya hem de yazmaya yardımcı olacaktır. Onun için dikkatle okumanız önemlidir. Hased Hased evvelâ hased edeni ezer, yandırır. Hased edilen hakkında zararı ya azdır veya yoktur. Hasedin çaresi, hased eden adam hased ettiği şeylerin sonucunu düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet fânîdir, geçicidir. Fâidesi az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda hased olamaz. Eğer onlarda dahi hased yapsa, ya kendisi riyâkârdır, âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahud hased ettiği kişiyi riyâkâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.            Ç Ö Z Ü M     

Osmanlıca DERGİ 01 Ocak
Konu resmiKitabe Okumaları
Kitâbe Okumaları

Ayasofya Hünkâr Giriş Kapısı Kitâbesi Kelimeler: Çarh-ı berîn: Arş-ı alaKıble-i şâhân-ı deverân-ı nuhbe-i Osmaniyan: Osmanlıda gelip geçen seçkin şahların kıblesiBâ‘is-i âsâyiş-i âlem-i emîrü’l-mü’minîn: Alemin huzuru için gönderilen Müminlerin emiriİclâl: TazimPençe-i hayrât: Hayrat eliMelhûz-ı eslâf-ı selâtîn-i güzîn: Evvelki seçkin sultanların bekleneniTeşyîd:  SağlamlaştırmaMukavves: KemerliTeşnegân: SusayanlarMâ-i ma‘în: Saf suMu‘allâ: YüksekMaksûre-i huld-i berîn: En yüksek hükümdar mahfiliSeng: TaşMerd-i murtâz: İnzivaya çekilmiş insanHalvet-i güzîn: Halveti, yalnız kalmayı seçenZerrîn: Altından yapılmışDâğ-ı âteşîn: Yakıcı yaraEncüm-i sîmîn: Gümüş yıldızlarAhter-i zerrîn: Altın yıldız

Osmanlıca DERGİ 01 Ocak
Konu resmiHüsn-i Hat Çalışmaları
Hüsn-i Hat Çalışmaları

Harf ve kelime çalışmalarına devam ediyoruz. Silik harflerin üzerinden geçerken dikkatle yazmaya ve acele etmemeye çalışalım. Elinizin alışması ve yazınızın güzelleşmesi için bu dikkat ve sabır önemli olacaktır.

Mesut HIZARCI 01 Ocak
Konu resmiDişlere Müte'allik Olan Maraz Ve Devâları Beyân [İder]
Osmanlı Tıbbından

Şifâ’da eydür; ol zamanda geçen ulu tabîbler ittifâk idiler kim diş ağrısına sovukdan veya ıssıdan olsun sarb sirke yumuşak tuzu döğüb karışdırub ağızdan tutsalar tükürüb tekrâr be-tekrâr eyleyeler. Bundan özge ilâc olmaz didiler. Bu fakîr dahi bunu kendi nefsimde tecrübe etdim. Gâyetde mübârek oldu elhamdülillâh şifâ buldum. Eğer diş ağrısı sovukdan idüğü maʻlûm ise buğday kepeği ile tuzu tavada kavuralar. Ve ısıcak iken başa uralar et-tekrâru ahsen. Eğer dişe kurd düşse ol kurd gâyet tehâfütünden görünmez. Görünse de nâdir nâdir olur. Anı dişden çıkarmak gâyet saʻbdır. İlacı budur ki, ban tohumu sorgun ağacı mumu yoğuralar. Dahi bir fitil gibi ideler. Mum gibi yakalar. Bir kâseye su koyalar. Üzerine eğilüb dura ve ağzın açık tuta ve tütünü dişin kovuklarına gire. Kurdları dişlerinden indirüb çıkara. Suya döke. Ayân göresin. Mirâr tecrübe olunmuşdur. Mûcez kitâbında eydür; herkes dilerse kim dişleri sağ ola, ayda üç nöbet ağzına bal alsun tutsun. Eğer kanaygan ve çürüyegen olsa devâsı budur ki, ağzına ıssı su alsun, biraz tutsun, andan sonra barmağıyla diş etlerin sürsün, kanın akıtsun. Baʻdehû bir tuz iki şâb ile yumuşak döğsün. Bal ile hamîr itsin, kemîn ağızda tutsun ve kemîn dişlerine sürsün, şifâ bula.   Metnin Güncel Çeviri Diş Tedavisi Şifa kitabında der ki: Hekimlerin ileri gelenleri ittifak ederler ki, soğuk ve sıcaktan kaynaklanan diş ağrısına keskin sirke ve yumuşak tuzla karıştırılarak ağızda tutulur ve tükürülür. Bu şekilde tekrar edilir. Ben de bu tedaviyi kendimde tecrübe ettim, çok iyi oldu, Allah’a hamdolsun şifa buldum. Eğer diş ağrısı soğuktan ise buğday kepeği ile tuz tavada kavrulur. Sıcak şekilde başa uygulanır. Eğer dişte kurt varsa çok iyi gizlendiğinden pek görülemez, bu kurtları çıkarmak çok zordur. Yine de ilacı şudur: ban otu tohumu ve sorgun (söğüt) ağacının sakızı yoğrulur. Fitil haline getirilir. Su dolu bir kâsenin altından mum gibi yakılır. Hasta üzerine eğilip ağzını açık tutar ve dumanın dişlerine girmesine izin verir. Bu şekilde ne kadar kurt varsa dişinden çıkar kâseye dökülür. Defalarca tecrübe olunmuştur. Mûcez kitabında şöyle der: Dişleri sağlam olan kişi ayda üç kere ağzına bal tutsun, böylece çürümez. Eğer çürük veya kanayan diş varsa ilacı şudur; ağza sıcak su alınır, biraz tutulur, sonra parmakla diş etleri ovulur, kan akıtılır. Ardından bir ölçek tuz iki ölçek şap ile karıştırılır, bal ile macun yapılır. Ağızda çok küçük tutulur, çok küçük de dişlere sürülür. İnşallah şifa bulur. Kelimeler: Ayân: Aşikar, belliÇürüyegen: ÇürüyenEydür: DerHamîr: HamurIssı: SıcakKanaygan: KanayanKemîn: Çok küçükKovuk: Oyuk, çürükMirâr: Defalar, kerelerSaʻb: ZorSarb: KeskinŞâb: ŞapTehâfüt: GizlenmekTütün: Duman (Kaynak; Kemâliyye kitabından)

Mesut BUDAK 01 Ocak
Konu resmiOsmanlıdan Yemek Tarifleri
Osmanlıdan Yemek Tarifleri

Terhoz Balığı Külbastısı Ateş ile sayd olunan (avlanan) hurda balıklardır. Gayet leziz balıklardır. Ondan mikdar-ı kifaye (yeteri kadar) alıp bir kaide tathir eyledikten (temizledikten) sonra ızgaraya birbirine karib (yakın) sıkça dizip tamam bir yanı piştikde öbür yanı dahi çevirip tamam ol dahi piştikde ince doğranıp sahanda hazır ve müheyya (hazır) olmuş piyaz üzerine sıcak sıcak koyup bir miktar limon sıkıp istimaline (kullanımına) rağbet buyurula, gayet latiftir. Reşidiye Helvası Eğerçi (gerçi) meşhur ve kadim (eski) helvadır. Amma tarik-i tabhı (pişirme tarzı) malûm olmayıp (bilinmeyip) bir iki vecihle tabh olmakla tahrir olundu (yazıldı). Evvelâ tasfiye olunmuş (temizlenmiş) bir ölçü rugan-ı sadeyi (sade yağı) tencereye koduktan sonra toruklu (pütürlü, elenmemiş) bir ölçü niş(asta)yı dahi iki ölçü su ile bir hoşça ezip yağın içine döküp ve iki ölçü asel (bal) yahut şeker dahi koyup birbirine karıştırıp ateşe vaz edip (koyup), bila-fasıla (aralıksız) matlûb olduğu (istenilen) mertebelere gelince karıştıralar. Meselâ hurdelendikten (ufalandıktan) sonra dahi bir müddet karıştırılsa nişastanın kokusu gereği gibi gidip bir hoşça pişer. Badehu (sonra) müferrih (geniş, iç açan) tabaklara koyup tarçın ve karanfil ve mümessek (misklenmiş, misk kokulu) gülâb (gül suyu) konulsa dahi güzel olur ve rayihası (kokusu) Tayyib (güzel) olur. Hemen yi(ye)ne âfiyet ola. Peynir Lokması Bu dahi acayip latif lokmadır ki gayetü’l-gayet (son derece) leziz ve filhakika (gerçekte) nefayisten (güzel, kıymetli şeylerden) madud olmakla (sayılmakla) şâyeste (yakışır) bir nazik şeydir. Ve Cezire-i Midilli'ye (Midilli Adasına) mahsustur. Amma murad olundukta her yerde tabh olunmak (pişirilmek) kabildir (mümkündür). Ahali-yi Midilli taze lordan yaparlar; ancak taze çayır peynirinden ve yine lor peynirinden tuzunu aldıktan sonra dahi olmak mümkündür ve bu diyarda bulunan lordan dahi olur. Sanatı: Evvelâ taze tuzsuz lordan bir miktar alıp cüz’i (az) hâs un izafe idüp, badehu gayet kızmış sade yağda tabh eyledikten sonra tatlı olmak murad olunur ise tasfiye olunmuş ısıcak (sıcak) şekere yahut asele bırakıp bir miktar durduktan sonra tabaklara koyup istimal ideler yahut daha ısıcak iken üzerine sahk olunmuş (dövülmüş) ince şeker koyup kapağını kapadıkda yine derununa (içine) sirayet etmekle (geçmekle) latif olur.  

Osmanlıca DERGİ 01 Ocak
Konu resmiTarihten Notlar
Tarihten Notlar

باش نره يه  كيدرسه  آياق اورايه  كيدر طارق بن زياد، ١٩ تمّوز ٧١١’ده ، ١٢ بيڭ كيشيلك اوردوسيله  ایسپانيه يه  كچدي.  عسكرلريني اينديردكدن صوڭره ، بتون كميلري آتشه  ويروب ياقديردي. بو آراده  ایسپانيه  قرالي رودريڭ ١٠٠ بيڭ كيشيلك اوردوسيله  أوزرينه  كلديگنڭ خبرينى آلدي.  عسكرلرينه  شو تاريخي سوزي سويله دي: آرقه ڭزده  دشمان كبي دڭز، أوڭڭزدن دڭز كبي دشمان. نره يه  قاچاجقسڭز؟ دشمانڭ سلاحي، تجهيزاتي، ارزاقي بولدر.  سزڭ سلاح اولارق آنجق قيليچلريڭز، ارزاق اولارق ده  دشمانڭ النده كي صاحب اولابيله جكلريڭز واردر. طارق بن زياد، دشمان عسكر صاييسنڭ كندي اوردوسندن سكز قات فضله  اولديغي بو صواشي، كسين بر ظفرله  قازاندي. اندلس امويلرينڭ تملنى آتدي و آدينى تاريخه  يازديردي. Baş Nereye Giderse Ayak Oraya Gider Tarık Bin Ziyad, 19 Temmuz 711’de, 12 bin kişilik ordusuyla İspanya’ya geçti.  Askerlerini indirdikten sonra, bütün gemileri ateşe verip yaktırdı. Bu arada İspanya Kralı Rodric’in 100 bin kişilik ordusuyla üzerine geldiğinin haberini aldı.  Askerlerine şu tarihi sözü söyledi: Arkanızda düşman gibi deniz, önünüzden deniz gibi düşman. Nereye kaçacaksınız? Düşmanın silahı, teçhizatı, erzakı boldur.  Sizin silah olarak ancak kılıçlarınız, erzak olarak da düşmanın elindeki sahip olabilecekleriniz vardır. Tarık Bin Ziyad, düşman asker sayısının kendi ordusundan sekiz kat fazla olduğu bu savaşı, kesin bir zaferle kazandı. Endülüs Emevilerinin temelini attı ve adını tarihe yazdırdı. مسجد اقصايي بكله ين صوڭ عثمانلي عسكري ”سڭا بر امانت وار اوغول، نيجه  ييلدر صاقلارم. امانتي يرينه  تسليم ايدڭمي؟“ ديدي. ’البته ‘ ديدم. صانكه  تركيه يه  خبر كوندرمك ايچون برينى بكلييوردي. ”آناطولي يه  وارديغنده  يولڭ توقات سنجاغنه  دوشرسه  مسجد اقصايه  بني نوبتجي بيراقوب بورايي بڭا امانت ايدن قول آغام مصطفي قوماندانمڭ ياننه  كيت. اللرندن بنم ايچون أوپ و دیكه : ’قدسي بكله ين ١١نجی ماكينه لي طاقيم قوموتاني ايغديرلي اونباشي حسن او كوندن بو يانه  بيراقديغڭ يرده  نوبتنڭ باشنده در. نوبتنى ترك ايتمدي، تكميلي تمامدر خير دعالريڭزي بكله مكده در قوماندانم‘ دی .“ ’تمام‘، ديدم. بر ياندن كوز ياشلريمي كيزله مه يه ، أوته  ياندن ديدكلريني نوط آلمه يه  چاليشييوردم. ناصيرلي اللرينه  صاريلدم صوڭره  أوپدم أوپدم. ’اللّهه  امانت اول بابا‘ ديدم. ”صاغ اولاسڭ اوغول. بزم ايچون دنيا كوزي ايله  او مبارك آناطولي يي كورمك ممكن دگل. وار سن سلام كوتور طانيدق طانيمادق هركسه .“ ديدي. قافله يه  كري دوندم، صانكه  بتون تاريخمز كتابلردن جانلانمش ده  قارشومه  چيقمشدي. رهبره  طورومي آڭلاتدم، اينانامدي. آدرسمي ويردم، بو عسكري تعقيب ايتمه سني، بر شي اولورسه  بڭا مطلقا خبر ايتمه سني ايسته دم. تركيه يه  كلنجه  ويرديگم سوزي يرينه  كتيرمك ايچون توقاته  كيتدم. عسكري قيدلردن قول آغاسي مصطفي افندينڭ ایزیني بولدم. وفات ايده لي ييللر اولمشدي. سوزيمي يرينه  كتيره مه مشدم. آردندن سنه لر بربريني قووالادى. ١٩٨٢’ده  بر كون آژانسه  كلديگمده  بر تلغرافم اولديغني سويله ديلر. رهبردن كلن بر تك جمله  يازيليدي: ”مسجد اقصايي بكله ين صوڭ عثمانلي عسكري بوكون وفات ايتدي.“ Mescid-i Aksa’yı Bekleyen Son Osmanlı Askeri “Sana bir emanet var oğul, nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?” dedi. ‘Elbette’ dedim. Sanki Türkiye’ye haber göndermek için birini bekliyordu. “Anadolu’ya vardığında yolun Tokat sancağına düşerse Mescid-i Aksa’ya beni nöbetçi bırakıp burayı bana emanet eden kolağam Mustafa Kumandanımın yanına git. Ellerinden benim için öp ve de ki: ‘Kudüs’ü bekleyen 11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan o günden bu yana bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Nöbetini terk etmedi, tekmili tamamdır hayır dualarınızı beklemektedir kumandanım’ de.” ‘Tamam’, dedim. Bir yandan gözyaşlarımı gizlemeye, öte yandan dediklerini not almaya çalışıyordum. Nasırlı ellerine sarıldım sonra öptüm öptüm. ‘Allah’a emanet ol baba’ dedim. “Sağ olasın oğul. Bizim için dünya gözü ile o mübarek Anadolu’yu görmek mümkün değil. Var sen selam götür tanıdık tanımadık herkese.” dedi. Kafileye geri döndüm, sanki bütün tarihimiz kitaplardan canlanmış da karşıma çıkmıştı. Rehbere durumu anlattım, inanamadı. Adresimi verdim, bu askeri takip etmesini, bir şey olursa bana mutlaka haber etmesini istedim. Türkiye’ye gelince verdiğim sözü yerine getirmek için Tokat’a gittim. Askerî kayıtlardan Kolağası Mustafa Efendi’nin izini buldum. Vefat edeli yıllar olmuştu. Sözümü yerine getirememiştim. Ardından seneler birbirini kovaladı. 1982’de bir gün ajansa geldiğimde bir telgrafım olduğunu söylediler. Rehberden gelen bir tek cümle yazılıydı: “Mescid-i Aksa’yı bekleyen son Osmanlı askeri bugün vefat etti.” آق صقال تجربه سي زمان، صواشڭ بيتديگي آن؛ ير، وارنادر. فاتح سلطان محمدڭ باباسي ٢نجی مراد، صواش ميداننى كزمكده در. أوزكوندر… هم ده  چوق أوزكون… زيرا ئولن دشمان عسكرلرينڭ آراسنده  هيچ ياشلي يوقدر. پادشاهڭ بو طورغون حالني فرق ايدن بر قوموتان، –  حيرت طوغريسي سلطانم! آرالرنده  هيچ آق صقاللي بري يوق! شو كافر ئولولرينڭ هپسي ده  كنجمش، دير. سلطان مراد ايسه  شو جوابي ويرر: –  اگر ايچلرنده  آق صقاللي بري اولسه يدي، بو حاللر باشلرينه  كليرميدي؟ Ak Sakal Tecrübesi Zaman, savaşın bittiği an; yer, Varna’dır. Fatih Sultan Mehmet’in babası 2. Murat, savaş meydanını gezmektedir. Üzgündür… Hem de çok üzgün… Zira ölen düşman askerlerinin arasında hiç yaşlı yoktur. Padişahın bu durgun halini fark eden bir komutan, – Hayret doğrusu sultanım! Aralarında hiç ak sakallı biri yok! Şu kafir ölülerinin hepsi de gençmiş, der. Sultan Murat ise şu cevabı verir: – Eğer içlerinde ak sakallı biri olsaydı, bu haller başlarına gelir miydi? نيچون صاواشيرز؟ ياوز سلطان سليم، مصر سفرندن موفّق اولارق دونمشدي. بتون خلق طوپلانمش اوني شهره  كيرركن آلقيشلامق ايچون صبرسزلانييوردي. اما پادشاه، كيجه  اولمادن شهره  كيرمك ايسته مييوردي. بونڭ سببنى هركس مراق ايتديگي حالده  هيچ كيمسه  صورمه يه  جسارت ايده مييوردي. صوڭنده  بيوك عالملردن اولان ابن كمال: ”پادشاهم، بر معروضاتم وار“ ديدي. پادشاهڭ، ”افندي، نه  ايسته ديگڭ وارسه  هيچ چكينمدن سويله “ ديمه سي أوزرينه  ابن كمال جوابي مراق ايديلن صوري يي شويله  صوردي: ”عسكرلر مراقده ، بتون خلق صوقاغه  دوكولمش، سزي آلقيشلامه يي بكلركن سز حالا شهره  كيرمزسڭز. بونڭ سببي حكمتي نه در؟“ ياوز شو شاهانه  جوابي ويردي: ”افندي، سن بزي حالا طانييامدڭمي؟ بز؛ شان، شهرت و آلقيش طوپلامق ايچون دگل، اللّٰه رضاسني قزانمق ايچون صواشيرز.“ Niçin Savaşırız? Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferi'nden muvaffak olarak dönmüştü. Bütün halk toplanmış onu şehre girerken alkışlamak için sabırsızlanıyordu. Ama Padişah, gece olmadan şehre girmek istemiyordu. Bunun sebebini herkes merak ettiği halde hiç kimse sormaya cesaret edemiyordu. Sonunda büyük alimlerden olan İbni Kemal: “Padişahım, bir maruzatım var” dedi. Padişahın, “Efendi, ne istediğin varsa hiç çekinmeden söyle” demesi üzerine İbni Kemal cevabı merak edilen soruyu şöyle sordu: “Askerler merakta, bütün halk sokağa dökülmüş, sizi alkışlamayı beklerken siz hala şehre girmezsiniz. Bunun sebebi hikmeti nedir?”  Yavuz şu şahane cevabı verdi: “Efendi, sen bizi hala tanıyamadın mı? Biz; şan, şöhret ve alkış toplamak için değil, Allah rızasını kazanmak için savaşırız.”

Ahmet ÇAKIL 01 Ocak
Konu resmiÇocuklarımızı Nasıl Terbiye Edelim!*
Okuma Metinleri

      İşte bizde ehemmiyeti layıkıyla takdir edilemeyen bir mesele-i ictimaiye (sosyal mesele)… Evet, çocuklarımızı nasıl terbiye etmeliyiz? Bu o kadar mühim hususiyle bizim gibi ilim ve irfan cihetiyle pek geride kalan milletlerde o derece ehemmiyet-i mahsusayı hâiz bir meseledir ki buna nazar-ı lakaydıyla bakmak bir kabahat hem de ahlakın katiyen affedemeyeceği bir kabahattir. Hakikat, istikbal ensal-i müstakbeleyi (gelecek neslleri) teşkil edecek evlad ve etfalin (çocukların) talim ve terbiyesi hususunda sarf edilecek mesainin aralık veya çokluğu nispetinde muzlim (karanlık) veya parlak olur. Çocuklarını daha küçükken güzel hayatla perverde eden (yetiştiren), iyi ve esaslı bir surette terbiye eden hey’ât-ı ictimaiye şahrah-ı saadette (doğru yolda) bilâ-mani (engelsiz) ilerleyebilir. Bilakis terbiye-i etfal kaziyesine hiç atf-ı ehemmiyet etmeyen, çocuklarının tahsil ve terbiyesi hususunda lâkaydâne bir vaziyet takınan cem’iyât-ı beşeriyye râh-ı tekâmülâtında muzlim hâillere (manilere), büyük engellere tesadüf eder. Hususiyle terbiye-i inas kaziyesi (insanların terbiyesi davasında) cem’iyât-ı beşeriyenin hayat-ı ictimaiye ve siyasiyelerinde o kadar mühim ve nazik bir rol ifa ediyor ki o cem’iyâtın tariki tealide ilerleyebilmeleri bu kaziyeye atfedecekleri derece-i ehemmiyetle mebsûtan mütenasib (doğru orantılı) oluyor. Kız çocuklarını iyi terbiye edemeyen bir millet mütemadi bir ahlaksızlık dolayısıyla mahkûm-u izmihlal (yok olmaya mahmum) olur. İyi ve milliyet perver valideler yetiştirmek rükn-i esasi-i tekamül (ilerlemenin temel direği) olan ahlakı muhafaza etmek arzu edenler, kızlarını büyük bir dikkat ve itina ile terbiye ederler. Hülasa, “Bir milletin derece-i terakkiyatı efradının derece-i irfan ve kemalat ve fezailiyle ölçülür” düstur-ı ictimaîsi (toplum kanunları) mucibince saha-i terakkiyatında seri hatvelerle (hızlı adımlarla) ilerlemek saadet-i âtiyesini daha evvelden temin ve ihzar etmek isteyenler, ileride meham-ı umur-u memleketi (memleketin önemli işlerini) yed-i iktidarlarına (ellerine) alacak, sanayi, ticaret vesaire müessirat-ı medeniyenin tekemmülüne sarf-ı mesai edecek (çalışacak), vatanı düşmanın tecavüzü zamanlarında göğüs gererek kurtaracak olan taife-i ricali teşkil edecek etfal-i zekûru (erkek çocukları) güzel terbiye etmeli, iyi hissiyatla perverde etmeye çalışmalı; müstakbel valideleri teşkil edecek etfal-i inası (kız çocuklarını) da valideliği, o şerefli vazifeyi ifa edebilecek bir surette büyütmeli, terbiye etmelidir. İşte bizde ehemmiyet ve nezaketi mühim olan şu mesele-i hayatiyenin nasıl halledileceğini, etfale nasıl bir terbiye vermek lazım geleceğini teşrih (açıklamaya) ve izah etmeye çalışacağız fakat terbiye-i inas kısmı ehemmiyet-i mahsusası itibariyle ayrıca bir makale teşkil edebileceği için onu bu makalede terkle yalnız etfal-i zekûrun suret-i talim ve terbiyesinden bahsedeceğiz. İki üç sâl-i hayatını (senesini) ikmal etmiş, dimağı henüz nermin (yumuşak) bir halde bulunan küçüklerin hayat-ı müstakbelesine icra-yı te’sir edecek, evvela valideynin (anne-babanın) verdiği terbiye, saniyen muallimlerin ettiği telkinattır. Küçüklerin hayatına valide terbiyesinin mi yoksa muallim terbiyesinin mi daha ziyade tesir ettiğini, pedagoji nazariyatı izah ve ifham ettiği (anlattığı) cihetle bu hususta tafsilat vermeyeceğim, yalnız şunu söyleyeceğim ki bu iki cihetten birincisinin çocuğun ahlakında diğerinin de irfanında ziyade tesiratı görülür. Bu makalemde mevzu-u bahis ittihaz edeceğim şey de işte şu mukaddimeden müsteban (aşikar) olduğu cihetle valide ve mekteb terbiyesi diye ikiye ayrılabilen terbiye-i etfal kaziyesinin nasıl halledileceği, küçüklere nasıl bir terbiye vermek lazım geleceği ve bizde bu hususta ne derece ihtimamatta bulunulduğu meselesidir.   Terbiye-i etfal iki safha geçirdiğini beyan ettiğimiz sırada valide terbiyesi demiştim. Burada bu tabiri kullanmaktansa valideyn terbiyesi demek daha iyidir, çünkü çocuk mektebe girmezden evvel, evde geçirdiği hayatı esnasında kendisinin talim ve terbiyesi hususunda hem peder hem valide ihtimam eder. Mamafih küçükler şefkat-i maderaneleri (anne şefkati) dolayısıyla validelerine daha meyyal olduklarından ve ev hayatının kısm-ı azamı valide ağuş-u şefkatinde (şefkat kucağında) geçirdiklerinden çocukların ilk terbiyelerine valide dense de büyük bir hataya düşülmüş olmaz. Gerek çocukların pek küçük olduğu zamanlarda valideler gerek daha büyüyecek bir hale geldikleri zamanda muallimler evvela onları iyi bir terbiye-i diniye vermek, daha küçükten kavaid-i diniyeyi öğrenmek vazifesiyle mükelleftirler; zira henüz dimağı yumuşak ve gayr-ı mücehhez olan küçükler her türlü telkinatı kabule müstaid (uygun) olduğundan hali sığarlarında (küçüklüklerinde) kendilerine iyi, fena her ne öğretilirse onları daha küçükten unutulmayacak bir surette bellerler. İşte bunun içindir ki kavaid-i diniyeye rağbet ve ahkam-ı diniyeye riayet etmenin bir vacibe-i beşeriye olduğu küçüklere öğretilirse, onlar ileride iyi bir diyanet-perver ve tam bir vatanperver olurlar. Yoksa daha pek küçük yaşında etfale dinin adem-i lüzumu (gereksiz olduğu), vacibat-ı diniyenin ifası insana bir şey kazandırmadığı yolunda telkinatta bulunulursa, onlar ileri de franmason kulüplerinde, localarında köşe kapmaca oyunundan başka bir şey yapmazlar. Din daima vatanın muhafazasını emrettiği, daha doğrusu dinin bekası, vatanın müdafaasıyla ve muhafaza-i vatanda ancak dine riayet ve rağbetle kaim (bağlı) olduğu için iyi bir terbiye-i diniye alanlar, bütün kuva-yı mevcudesiyle (varlığa ait hissiyatlarıyla) memleketlerini haricî düşmanlardan korumaya, vatanın selamet ve terakkisi için ellerinden geleni diriğ etmemeye (esirgememeye) çalışırlar. Bundan anlaşılıyor ki terbiye-i vataniye terbiye-i diniye de tedahül etmiş (iç içe geçmiş) oluyor. İşte bu suretle hareket edilirse çocukların daha valide kucağında kalplerinde yerleşen muhabbet-i diniye ve vataniye ileride alacakları iyi bir mekteb terbiyesi sayesinde tevessü’ (genişler) ve tekemmül eder (ilerler) ki memlekette bu gibi diyanet perver simaların tekessürü (çokluğu) vatanın selamet ve saadeti namına arzu edilecek şeylerdendir. Çocukların hüsn-ü hulk (güzel yaratılış) sahibi olmalarına dikkat etmek de validelerin ve muallimlerin ikinci vazifelerini teşkil eder. Evet… çocuğun erbab-ı namus ve istikametten olmasına daha peder ve maderi nezdinde iken valideyninden aldığı terbiyenin büyük bir tesiri vardır. Valideler eğer evladının iyiliğini isterse daha küçük yaşında ona adat ve tabayi-i beşeriyyenin hangisinin mezmum (kötü), hangisinin memduh (güzel) olduğunu anlatmalıdır. Vakıa bu gibi hususatı çocuk mektepte hayat-ı tahsiliyesi esnasında belleyecek ise de daha evvelden bu gibi şeyleri öğretmek, fenalıkları görüldüğü zaman kendilerini ufacık bir cezaya çarptırmak, iyilikleri görüldükleri zaman da kendilerini mükâfatlandırmak çocuğun hüsn-ü hulk ashabından olmasına çok yardım eder. Etfal-i inasa terbiye-i ahlakiye hususunda erkek çocuklardan daha büyük bir itina göstermek iktiza eder. Kızlar adeta kavaid-i memduhe-i ahlakiyenin (güzel ahlak kaidelerinin) bir mücessem zihayatı (ete kemiğe bürünmüş canlı hali) olmalıdırlar. Sınıf-ı inas-ı terbiye-i ahlakiyeden behredar (nasipli) olmayan memleketler, ahlaksızlığın sürükleyeceği derin bir uçuruma, bir varta-i inhitata (derin çukura) yuvarlanmaya mahkûm olurlar. Ahlak bir milleti yaşatan amillerin, müessirlerin en büyüklerindendir. Efradı ahlaksızlığa alışan bir memleket katiyen payidar olamaz. İşte şu mesrudattan münfehim olacağı (söylenenlerden anlaşılacağı) vecihle terakki, hatta beka-yı memleket hususunda büyük bir rükün teşkil eden ahlakın bir milletin ictimaiyatında güzel bir mevki bulması lazımdır ki bu da ancak, erkek kız umum etfale daha küçükten verilecek güzel bir terbiye-i ahlakiyeye vabestedir (bağlıdır). Demin de arz ettiğim vecihle bu vazife herkesten evvel çocuğun valideynine terettüb eder. Çocukların evvela validelik icabatı olarak terbiyesine ihtimam eden validelerin daha sonra dest-i terbiyetlerine (terbiye eline) tevdi edilen (verilen) muallimlerin etfali müteşebbis (girişimci), şeci’ (cesur), intizamperver, sabur alıştırmak en mühim vazifelerindendir. Küçüklere mucib-i menfaat bir işe büyük bir azim ile başlamayı, cebanetin (korkaklığın) mahzuratını (zararlarını), şecaatin (cesaretin) muhassenatını (güzelliklerini), fikr-i intizamın hayat-ı hususiye-i beşeriyeye ne kadar faide-bahş olduğunu, sabır ve metanetin her türlü muvaffakiyetlerin miftahı (anahtarı) olduğunu öğretmek ve bu hususatın ufak mikyaslarda takbikatını göstermek, peder ve validenin terbiye-i evlad vazifesinin en mühim kısmını teşkil eder. Buraya kadar valideynin ve bir dereceye kadar da muallimlerin çocuklara nasıl bir terbiye vermesi lazım geldiğini telhisan (özetleyerek) beyan ettik, şimdi de bizde salifüz-zikr (yukarıda geçen) hususata ne derecede riayet edildiğini, çocukların terbiye-i diniye ve ahlakiyesi hususunda ne derece ihtimamatta bulunulduğunu izah edeceğiz. Şurada kemal-i teessüfle söylemek mecburiyetindeyiz ki evladının terbiye-i diniyesine dikkat eden aileler ekseriyeti teşkil etmekle beraber, çocuklarının kalplerinde muhabbet-i diniyenin yer bulmasını katiyen arzu etmeyen ve bunun için evladının terbiye-i diniyesi hususunda büyük bir ihmal gösteren ailelerin miktarı da ziyadeleşmektedir.   Çocukların medeniyet-i garbiye terbiyesiyle perver-şiyab olmasını arzu eder perestijkeran-ı medeniyet (medeniyet meftunları)!... Etfali daha pek küçük yaşında bir ecnebi (yabancı) kadının dest-i terbiyetine tevdi etmek ve bilahare ecnebi bir müessese-i ilmiyeye yerleştirmek telaşına düşerler. Çocuklarını da kendileri gibi vatana hadim (hizmetkar) yetiştirmek isteyen bu zümre-i vatan-perveran! Acaba hiç teemmül buyurmuyorlar mı (ümit etmiyorlar mı) ki daha beşikten bir mürebbiye-i ecnebiyenin kucağına düşmüş. Orada yaşamış büyümüş ve sonra mekatib-i ecnebiyede hususiyle Katolikliğin, Protestanlığın intişarı için tesis edilmiş misyoner mekteplerinde tahsil etmiş olanlarda hisssiyat-ı diniyeden eser görülemez. Yine bu güruh-ı hamiyet-perverler! Acaba hiç düşünmüyorlar mı ki daha küçükten ecnebi terbiyesi almış, ecnebi hissiyatıyla perverde olmuş (yabancı duygularla yetişmiş) kimselerde muhabbet-i vataniye (vatan muhabbeti) aranamaz. Emin olmalıdır ki efradının ekseriyeti İslam, hükümeti bir hükümet-i İslamiye, kanunu şeriat-i garra-yı İslamiye olan memleketimiz ancak yine terbiye-i İslamiye dairesinde yetişmiş kimselerden hayır bekleyebilir; yoksa aslı, nesli belli olmayan ecnebi mürebbiyeleri ağuşunda büyümüş, dimağları daha küçük yaşından itibaren ecnebi telkinatıyla meşbu’ bir hale gelmiş kimselerden bu millete hayır gelmez. Çocuklarımıza her şeyden evvel güzel bir terbiye-i diniye vermek lazımdır. Biz öyle bilir ve itikat ederiz ki terbiye-i İslamiye ile perverde olanlar daima hakiki bir vatan perverdirler. Din-i İslam daima vatanın muhafazası uğrunda cihad-ı maddiyi ve memleketin terakki ve saadeti uğrunda cihad-ı fikri ve maneviyi emrettiği için ona daha küçükten kuvvetli ellerle sarılanların kalplerinde silinmez ebedi bir muhabbet-i diniye ve vataniye yerleşir. Çocukların hüsn-ü hulk sahibi olmaları uğrundaki derece-i dikkat ve ihtimamımıza nakl-i makale edince, burada bir çoklarımızın evlad ve etfalimizi tehzib-i ahlakı (ahlakın güzelleştirilmesi) hususunda maatteessüf büyük bir lakaytlık gösterdiğimizi söylemekten kendimi alamayacağım. Çocuklarımız gerek valideleri nezdinde gerek mekteplerde iyi bir terbiye alamıyorlar. İşte terbiye-i ahlakiye hususundaki bu dikkatsizliğimiz hasebiyle çocuklar meyanında o kadar ahlaksızlar bulunuyor ve bunların miktarı o derece çoğalıyor ki, evladının hakikaten namuskar olmasını arzu eden bir peder, ifsad edilmesi ihtimaline binaen çocuğunu yalnız olarak bir yere salıvermekten, serbest serbest dolaşmasına müsaade etmekten ictinab eder (kaçınır). İnsan bazen öyle çirkin manzaralara tesadüf eder ki saatlerce mebhud ve mütehayyir (hayrette) kalır. Henüz pek genç çocuklarımızı ahlak-ı mezmumenin en zemimi (kötü ahlakın en kötüsü) ve her türlü seyyiat-ı beşeriyenin müvellidi (bütün kötülüklerin başı) olan sarhoşluk ettiklerini, hayat-ı şebabın (gençlerin hayatının) mühim bir kısmını, altınla bahası tükenmez kıymettar vakitlerini dama, tavla başında geçirdiklerini gördükçe insan bir milletin haline acınmaktan, vatanın istikbali hakkında şüphelere, tereddütlere düşmekten kendini alamaz. Bütün bu ahval bizde layıkıyla etfalin terbiyesine atf-ı ehemmiyet edilmediğini gösteriyor. Makalemizin ibtidalarında terbiye-i etfal kaziyesinin bir milletin hayat-ı ictimaiyesinde pek mühim bir mevkii olduğunu ve çocukları ne suretle terbiye etmek lazım geleceğini bir dereceye kadar izah etmiştik. İşte ehemmiyetini mümkün mertebe anlattığımız bu mesele-i ictimaiyyeye karşı olan lakaytlığımız, tashih-i selamet-i vatan namına arzu edilen bir kusurdur. Bu nakisa-i ictimaiyenin (toplumsal eksikliğin) telafisine gayret etmek, çocuklarımızın terbiye-i İslamiye ile perver şiyab o meziyyat-ı ahlakiyyenin (ahlaki meziyetlerin) bir timsal-i müşahhas (görünür misali) olmalarına dikkat etmek en mühim vezaifimizdendir. * Müntesibin-i hukuktan M. ŞükrüBeyanü’l-Hak, 4 Ramazan 1339 (1921)Çeviri: Çağlayan Yeşilot

Osmanlıca DERGİ 01 Ocak
Konu resmiNeslimize Sahip Çıkalım
Baş Muharrir

نسلمزه  صاحب چيقالم پيغمبر افنديمز (ص ع و)، ”هر طوغان چوجق، اسلام فطرتي أوزره  (تميز و كناهسز اولارق) طوغار. داها صوڭره  آننه  باباسي اوني (اينانجلرينه  كوره ) يا خرستيان يا يهودي يا ده  مجوسي… ياپار“ (بخاري، جنائز، ٩٢) بويورمشدر. چوجقلر، آننه  بابالريدر. آننه  بابا نه  ايسه ، چوجق ده  آشاغي يوقاري او اولاجقدر. اگر اونلردن بوشلق قالاجق اولورسه ، اونلرڭ يريني طولديران كيم و نه  ايسه ، چوجقلر او اولاجقلردر. بوندن طولاييدركه ، چوجقلريمز نه  قدر قيمتلي و دگرلي ايسه ، اونلرڭ يتيشديگي ايلك مكتب اولان أوي و ايلك معلّملري اولان ابويني أوزللكله  آننه سي او درجه  قيمتلي و اهمّيتليدر. مسلمان هر آننه  و بابا چوجغنڭ فطرت أوزره  اولان حالني قورومسي الزمدر. اوڭا أوڭجه لكله  دين و ديانتنى أوگرتمه  چابه سنده  اولمسي، اولمازسه  اولمازدر. دگلسه  نه مي اولور؟ بديع الزمان حضرتلرندن ديڭله يه لم: ”بر چوجق، كوچكلگنده  قوتلي بر درس ايماني آلامازسه ، صوڭره  پك زور و مشكل بر طرزده  اسلاميت و ايمانڭ اركانلريني روحنه  آلابيلير. عادتا غير مسلم بريسنڭ اسلاميتي قبول ايتمك درجه سنده  زور اولويور، يباني دوشر. بالخاصّه ، پدر و والده سني ديندار كورمزسه  و يالڭز دنيوي فنلرله  ذهني تربيه  اولسه ، داها زياده  يبانيلك ويرر.“ بو يازي يي حاضرلاركن جودت پاشانڭ قيزي فاطمه  عليه  خانمڭ قيزي عصمتڭ ناصل راهبه  اولديغي حكايه سنه  دنك گلدم. توگلرم أورپردي. يازي يي پايلاشديغم بر آرقداشمڭ اوقودقدن صوڭره  ياپديغي يوروم داها ده  دقّت چكيجيدي. شويله  ديمشدي: ايچ دنياسنده  يالڭز قالمش بر قيز كوردم. چوق أوزولدم. عصمته  كوره  ارككلر مظلوم مخلوقدي، سويلمزدي. ديمك، بابا فيكوري نت دگلدي. بوكون طوپلومده  أوڭه  چيقاريلمه يه  چاليشيلان جنسيتسزلك ياقلاشيمي عصمتده  ده  بارزمش. عصمت حرصليمش، آننه  و دده سني أورنك آلسه  ده  اولاشيلماز بولديغي ايچون هيچ بر زمان تطمين اولمامش. سسسز و ايچنه قاپانيقمش. و بتون بو سورچلر عائله نڭ يا كوزندن قاچمش يا ده  هانكي سببله  اولورسه  اولسون اهمّيت ويريلمه مش. ثمره سز آغاجي كسرلر. بزم ده  دواممز چوجقلريمزله  اولاجقدر. اگر بزلر آدم كبي طورمازسه ق، اولادلريمز بزدن داها فرقلي اولاجقدر. طولاييسيله  يارين بزدن بحث ايتمك ممكن اولماياجقدر. آمان دقّت! Peygamber Efendimiz (sav), “Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzere (temiz ve günahsız olarak) doğar. Daha sonra anne babası onu (inançlarına göre) ya Hristiyan ya Yahudi ya da Mecusi… yapar” (Buhari, Cenâiz, 92) buyurmuştur. Çocuklar, anne babalarıdır. Anne baba ne ise, çocuk da aşağı yukarı o olacaktır. Eğer onlardan boşluk kalacak olursa, onların yerini dolduran kim ve ne ise, çocuklar o olacaklardır. Bundan dolayıdır ki, çocuklarımız ne kadar kıymetli ve değerli ise, onların yetiştiği ilk mektep olan evi ve ilk muallimleri olan ebeveyni özellikle annesi o derece kıymetli ve ehemmiyetlidir. Müslüman her anne ve baba çocuğunun fıtrat üzere olan halini koruması elzemdir. Ona öncelikle din ve diyanetini öğretme çabasında olması, olmazsa olmazdır. Değilse ne mi olur? Bediüzzaman Hazretlerinden dinleyelim: “Bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imani alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Adeta gayr-ı Müslim birisinin İslâmiyet’i kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir.” Bu yazıyı hazırlarken Cevdet Paşanın kızı Fatıma Aliye Hanımın kızı İsmet’in nasıl rahibe olduğu hikayesine denk geldim. Tüylerim ürperdi. Yazıyı paylaştığım bir arkadaşımın okuduktan sonra yaptığı yorum daha da dikkat çekiciydi. Şöyle demişti: İç dünyasında yalnız kalmış bir kız gördüm. Çok üzüldüm. İsmet’e göre erkekler mazlum mahluktu, sevilmezdi. Demek, baba figürü net değildi. Bugün toplumda öne çıkarılmaya çalışılan cinsiyetsizlik yaklaşımı İsmet’te de barizmiş. İsmet hırslıymış, anne ve dedesini örnek alsa da ulaşılmaz bulduğu için hiçbir zaman tatmin olmamış. Sessiz ve için kapanıkmış. Ve bütün bu süreçler ailenin ya gözünden kaçmış ya da hangi sebeple olursa olsun ehemmiyet verilmemiş. Semeresiz ağacı keserler. Bizim de devamımız çocuklarımızla olacaktır. Eğer bizler adam gibi durmazsak, evlatlarımız bizden daha farklı olacaktır. Dolayısıyla yarın bizden bahsetmek mümkün olmayacaktır. Aman dikkat!

Metin UÇAR 01 Ocak
Konu resmiSevginin Hâkim Olduğu Ev, Ufak da Olsa...
Poster

Osmanlıca DERGİ 01 Ocak
Konu resmiÜmid
Beyt-i Berceste

اميد مدّت حياتمده  تجربه لرمله  فكرمده  تولّد ايدن شودر: يأس، اڭ دهشتلي بر خسته لقدركه ، عالم اسلامڭ قلبنه  كيرمش. ايشته  او يأسدركه ، بزي ئولديرمش كبي، غربده  بر ایكی  ميليونلق كوچك بر دولت، شرقده  يگرمي ميليون مسلمانلري كندينه  خدمتكار و وطنلريني مستملكه  حكمنه  كتيرمش. هم او يأسدركه ، يوكسك اخلاقمزي ئولديرمش، منفعت عموميه يي بيراقوب منفعت شخصيه يه  نظريمزي حصر ایتديرمش. هم او يأسدركه ، قوۀ معنويه مزي قيرمش، آز بر قوتله  ايماندن كلن قوۀ معنويه يي شرقدن غربه  قدر استيلا ايتديگي حالده ، او قوۀ معنويۀ خارقه  مأيوسيتله  قيريلديغي ايچون، ظالم اجنبيلر درت يوز سنه دن بري أوچ يوز ميليون مسلماني كنديلرينه  اسير ايتمش. حتّی بو يأس ايله  باشقه سنڭ لاقيدلغني و فتوريني، كندي تنبللگنه  عذر ظنّ ايدوب، ”نمه  لازم“ دير. ”هركس بنم كبي برباددر“ دييه ، شهامت ايمانيه يي ترك ايدوب خدمت اسلاميه يي ياپمييور. مادام بو درجه  بو خسته لق بزه  بو ظلمي ايتمش، بزي ئولديریيور. بز ده  او قاتلمزدن قصاصمزي آلوب ئولديره جگز. لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ قليجيله ، او يأسڭ باشني پارچه لاياجغز. مَا لَا يُدْرَكُ كُلُّهُ لَا يُتْرَكُ كُلُّهُ حديثنڭ حقيقتيله ، بلني قيراجغز ان شاء اللّٰه. Müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden şudur: Yeis, en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâmın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki, bizi öldürmüş gibi, garbda bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-i umûmiyeyi bırakıp menfaat-i şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i ma‘neviyemizi kırmış, az bir kuv­vetle îmândan gelen kuvve-i ma‘neviyeyi şarktan garba kadar istîlâ ettiği halde, o kuvve-i ma‘neviye-i hârika me’yûsiyetle kırıldığı için, zâlim ecnebîler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslümanı kendilerine esîr etmiş.  Hatta bu yeis ile başkasının lâkaydlığını ve fütûrunu, kendi tenbelliğine özür zannedip, “Neme lâzım” der. “Herkes benim gibi berbaddır” diye, şehâmet-i îmâniyeyi terk edip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor. Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor. Biz de o kātilimizden kısâsımızı alıp öldüreceğiz. لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ kılıcıyla, o yeisin başını parçalayacağız. مَا لَا يُدْرَكُ كُلُّهُ لَا يُتْرَكُ كُلُّهُ hadîsinin hakîkatiyle, belini kıracağız inşâallâh.  (Osmanlıca Mektubat 2, s.451-452.) 1. Beyit كيمسه دن اميد او استمداد كلمز ياديمه اي بنم فرياد رس ربّم يتيش امداديمه   Kimseden ümîd u istimdâd gelmez yâdımaEy benim feryâd-res Rabbim yetiş imdâdıma Osman Siret Efendi  (4) * (Her şey yardıma kendileri muhtaç iken) Hiç kimseden yardım isteme ümidi hatırıma gelmez. (Hâlim böyleyken) Ey benim feryada yetişen Rabbim imdadıma (sen) yetiş. * İstimdad: Meded etmek, yardım istemeFeryâd-res: Feryada yetişen 2. Beyit عالم نيجه  لطفن اومماسون چونوار سبقتي رحمتن غضبدن  Âlem nice lutfun ummasun çünVar sebkati rahmetüñ gazabdan Şeyhi (3) * Âlem lütfunu nasıl ummasın? Çünkü rahmetim gadabımı geçti (hitabın müjde olarak) var. 3. Beyit هيچ درخت اطرافنه  كيمسه  طولاشماز نابيا آرزوي  برك و بار اميد اقبال اولماسه   Hiç dıraht etrafına kimse tolaşmaz NâbiyâÂrzû-yı berg ü bâr ümmîd-i ikbâl olmasa Nabi (2) * Ey Nâbî! Yaprak ve meyve arzusu, gelecek ümidi (emel) olmasaydı, hiç kimse ağaç etrafında dolaşmazdı. (Azimle çalışmazdı.) * Dıraht: AğaçBerg: Yaprak-Bâr: Meyve   4. Beyit يأسه  هيچ دوشميه جك ذرّه جه  ايماني اولان؛ساده  سز دردي بولڭ، صوڭره  قولايدر درمان. Ye’se hiç düşmeyecek zerrece îmânı olan;Sâde siz derdi bulun, sonra kolaydır derman. Mehmet Akif (7) * (Kalbinde hardal danesi kadar da olsa) Zerrece imanı olan ümitsizliğe hiç düşmeyecektir. Yeter ki siz (kalbinize sıkıntı vererek kabz haline sebep olan) derdi bulun, sonrasında (Allah’ın lütfuyla ve Basıt isminin tecellisiyle) derman kolaydır. (İnşirah duyulacaktır.) * Ye’s: 1. Ümitsizlik 2. Şiddetli üzüntü, keder 5-6. Beyit كسمزم اغيار جوري ايله  جاناندن اميدكيم كسيلمز خوف شيطان ايله  ايماندن اميد هر نه  دڭلي جرمنه  حد و نهايت يوغسه عونيا  قطع ايلمه  سن عون رحمندن اميد  Kesmezem ağyâr cevri ile cânândan ümîdKim kesilmez havf-ı şeytân ile îmândan ümîd Her ne denlü cürmüne hadd ü nihâyet yoğsaAvnîyâ kat‘ eyleme sen avn-i Rahmândan ümîd Avni (5) * Nasıl ki (Sevgili ile arama girmek isteyen) gayrilerin verdiği sıkıntılar ile canandan ümit kesmem. Elbette (kulu ile Rabbi arasına vesvesesiyle giren dessas)  şeytanın (lümme-i şeytaniyeden kalbe üflediği) korkusu ile imandan ümit kesilmez. Her ne denli cürmüne had ve nihayet yok ise de Ey Avni, sen Rahman olan Rabbinden (günahlarımızdan çok daha fazla olan sonsuz rahmet ve mağfiretinden) ümit kesme. * Ağyâr: Gayriler, başkalarıCevr: Eziyet etme, haksızlık edip incitmeHavf-ı şeytan: Temizleme, paklamaCürm: Suç, kabahat 7. Beyit ايستر ايسه ڭ حسرت و خرمانه  بر دم دوشمه مككس فضولي دهردن امّيد دوراندن طمع İster isen hasret ü hırmâna bir dem düşmemekKes Fuzûlî dehrden ümmid devrandan tama’ Fuzuli (6) * Hasret ve mahrumiyete bir an bile olsa düşmemek istersen, Ey Fuzuli (fani olup bekaya inkılap edecek) dünyadan (fenaya namzed) ümidini kes ve (ruhani terakkinin güzergâhı olan) devrandan açgözlülüğü kes. * hırmân: Nasipsizlik, mahrumiyetDehr: Dünya, âlem, cihanDevrân: 1. Dünya 2. ZamanTâmâ: Açgözlülük Kaynakça BEDİÜZZAMAN, Said Nursi, (2011 ), Osmanlıca Mektubat 2, İstanbul: Altınbaşak Neşriyat. BİLKAN, Ali Fuat (1998), Nabi, Hikmet, Şair, Tarih, Ankara: Akçağ Yayınları. (s. 225.) BİLTEKİN, Halit, (2018), Şeyhi Divanı, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. (s.70.) ÇİFTÇİ, Ömer, (Tsz.), Hatimetü’l- Eş’âr (Fatin Tezkeresi), Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. (s.231.) DOĞAN, Muhammed Nur, (Tsz.), Avni (Fatih) Divanı, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. (s.4-5.) MAZIOĞLU, Hasibe, (1956), Fuzuli- Hafız, İki Şair Arasında Bir Karşılaştırma, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. (s.323.) com/2016/02/28/suleymaniye-kursusunde/

İbrahim SARITAŞ 01 Ocak
Konu resmiBulmaaca
Bulmaca

Yukarıda verilen metinde işaretli kelimelerin günümüz Türkçesi ile okunuşlarını aşağıdaki boşluklara yazın. Numaralı daireleri denk gelen harfleri rakam sırasına göre aşağıya yazıp ortaya çıkan cümleyi Osmanlıca olarak yazıp en geç 25 Temmuz 2020 tarihine kadar mektub@osmanlicadergi.com adresine gönderin. Yapılacak kur’a ile belirlenecek 5 kişiye  “40 Şiir, 40 Şâir” kitabı hediye edilecektir.           C E V A P     

Osmanlıca DERGİ 01 Ocak